Flaneüse'ün Varoluşsal Sorunları


Kentte amaçsızca yürümek ve bakmak ile tanımlanan 'flâneurlük' eyleminde özne kadın olursa... Kent aylağı kadın tipinin icadı ve sonrası; kentli olmak, kadın olmak ve kentte yürüyen kadın olmak üzerine... 



Baştan anlaşalım seninle hayali okur. Korkma hiç öyle "ben sana dürüstlük göstereyim, sen de bana şefkat" falan demeyeceğim ağlak erkekler gibi. Asıl diyeceğim şu; bu yazı iyi organize edilmiş bir yazı olmayacak. Anlatacağı şeyi bir ağaç gibi organik, dallanıp budaklanarak bazen de budandığı yerlerini teşhir ederek anlatacak. Dolayısıyla yazar senin çok akıllı olduğunu, leb demeden inciri anladığını hayal ediyor. Birbirimizi hayal kırıklığına uğratmayalım.
Kadın ve kent çetrefil bir ikili ama bu ikisine girmeden tarih yazan erkeğin, ekmeğini taştan çıkaran erkeğin, kızlarının ve karısının(-larının) namusuna sahip çıkan erkeğin, devrim yapan erkeğin, grev yapan erkeğin, zengin ve fakir, Marksist, liberal, milliyetçi, muhafazakar sonsuz sayıda nesillerce erkeğin kentle ilişkisine değinilmeli. Ve bu ilişkinin 1800'lerde Batı Avrupa'da nasıl modernizme ait pek çok kavramla beraber kent ve erkeğe dair ‘flâneur' kavramını ürettiğini anlamalı.
Flâneur kimdir? Kente gelmiş ya da zaten kentsoylu olan, parası olmasa da (olabilir de olmayabilir de) zamanı olan ve kentte çoğunlukla yürüyerek dolaşan ve bakan erkektir, flâneur. Dolayısıyla flâneur olmak için erkek olmak, bir adet kent merkezi bulmak ve sebepsizce yürümek gerekir. Sadece yürümek ve bakmak için. Flâneur'ün gizli özneliğini vurgulayan asıl durum ise dikkat çekmemesi, yanibakılan değilbakan olmasıdır. Kavramı ilk olarak Fransız şair Charles Baudelaire tanımlamış, Walter Benjamin ise kurumsallaştırmıştır. Flâneur dediğimiz karakterin bir de kendine has bir iç sıkıntısı vardır, onun adı da spleen'dir. Kentin sürekli devinen ve insan aklının algılayamayacağı kadar kitlesel olan insan akışını izlerken yaşanan sarhoş olma, kendini kaybetme, kimliğini kaybetme ve ezilme-yutulma gibi tanımlanabilecek karışık bir histir bu. İstanbul'un en kurumsal flâneurlük mekanı Galata-İstiklal Caddesi istikameti olup, Beşiktaş ve Kadıköy gibi semtlere de açılan merkezi bir flâneurlük hattından bahsedilebilir.
Türkiye Batı Avrupa'ya göre ‘geç' modernleştiğinden, kırdan kente göç de ‘geç kalmış', dolayısıyla flâneur tipi edebiyatımıza ‘geç' girmiştir. Geç Osmanlı Dönemi edebiyatı içinde Galata-Pera ikilisini ‘turlayan' züppe tipleri ortaya çıkmıştır gerçi (Araba Sevdası'nın Bihruz Bey'i, Aşk-ı Memnu'nun Behlül'ü) ama onlarda ne spleen vardır ne de yürümek için yürümek diye tanımlanabilecek yarı felsefi yarı mastürbatif tat. Gelgelelim Oğuz Atay'ın bahsettiği gibi geç modernleştiği için kahrolduğumuz ‘cennet vatanımızda', öncül-flâneur tipi Garip akımı, özünde Orhan Veli ile başlamış, tam anlamıyla ise Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam romanıyla edebiyatımıza girmiştir. Böylece flâneur'ün bir Türkçe çevirisi olmuştur: aylak.
Tabii bu sırada Türkçe'nin kısırlığına ve ilkelliğine çok üzülen pek çok yazarımız "daha doğru düzgün osu, busu, şusu olmayan" ülkemizde deneysel edebiyat yapmayı elitist ve züppece buldukları için Türkçe'nin cinsiyetsiz yapısının el verdiği özgün edebiyat imkanlarına yeniden yeniden yeniden ‘geç' kalmıştır. Böylece terimin normalde kadını tamamen dışlayan özgün yapısının Türkçe'de kırıldığı fark edilememiş ve kent aylağı kadın tipinin icadı bu sefer frankofon dünyada değil, anglofon dünyada başlamıştır. Bu süreçte flâneuse olarak nitelenebilecek kimi karakterler (Suat Derviş'in Fosforlu Cevriye'si ve Leyla Erbil'in kimi karakterleri), kavram, ‘kadın aylak' olarak Türkçe'ye giremediği için marjinal kalmıştır.
Flâneuse'ün tarihçesine geçmeden benim bu kavram ikilisiyle kişisel tarihime değinmek gerek. Flâneur kavramını ilk olarak, 2008-2009 eğitim öğretim yılının bahar döneminde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nün güzide çatı atölyelerinin birinde duydum. Birisi (kimdi hatırlamıyorum), kavramın cinsiyetlendirilmiş yapısını sezgisel olarak fark ederek (birinci sınıftık ve henüz akademik kabiliyetimiz süslü cümleler kuracak kadar gelişmemişti) bununla ilgili bir soru sordu. Orta yaşlı, pek akıllı, süper entelektüel, frankofon ve erkek hocamızın güldüğünü ve kavramın pek tabii erkekçe olduğunu, aksinin pek düşünülemeyeceğini söylediğini hatırlıyorum.
Sonrasında, anglofon dünyada yarım yüzyıllık akademik ve edebi tarihi olan ve kökleri, 1800'lerin erkek kılığına girerek Paris'te yürüyen marjinal tipi George Sand'a dayanan ‘flâneuse' kavramını kendini zorlayarak sıfırdan icat ettiğini ve ‘söylenişinin bile tuhaf' olduğunu belirttiğini hatırlıyorum. Ve son olarak muhafazakar bir kız arkadaşımızın hedefi tam onikiden vuran sorusunu hatırlıyorum: "Kadın aylak yoksa bu kimin suçu, kadınların mı?". Aynı yıllarda güzide akademimizin en yenilikçi, açık fikirli ve umut vaadeden genç hocalarından birinin ağzının kenarıyla "hiç kadın yazar okumadığını" belirtme gereği duyduğunu da ayrıca belirtmek gerek. "Ay ne tatlı."
Kadından aylak olması zordur gerçekten. Çünkü kadın bakan değil bakılandır. Polisin 18. yüzyıldan beri her ülkede gece yürüyen kadınları fahişelik ve salgın hastalık şüphesiyle hastanelere götürmesi sonucu bugün bile flâneuselük her kadının harcı değil, sadece cesur kadınların harcı olmaktadır. İngiltere'de 19. yüzyılda gece sokakta olan her kadının fahişe olduğu endişesiyle doktora götürülmesi polisin görevleri arasındadır ve doktor kontrolü de doktorun, kadının bakire olup olmadığını kontrol etmesi şeklinde gelişir. Flâneur'ün hiçbir zaman bu boyutta yaşamadığı sürekli ve kaçınılmaz bedensel tehdit unsuruna rağmen flaneuselük varolagelmiş ve bir türlü engellenememiştir.
Virginia Woolf'un 'Kendine Ait Bir Oda' kitabında, "Neden bir kadın Sheakespeare yok?" sorusuna verdiği çok boyutlu cevabın iki ana unsuru vardır. Birincisi, kadınların çoğunlukla ev içinde kendilerine ait bir mekanları ve üretim yapmak için zamanları olamamıştır. İkinci ve daha önemli sebep ise, kadınların yürümesi – hele de kent gibi insanın en vahşi habitatında yürümesi – aslında her zaman bir performans gösterisi tadında olmuştur (ki performans sanatı kadınların öncü olarak yer aldığı tek sanattır, alışkanlıktan olsa gerek).

Kadın, görünmez olamamış, istediği gibi gezememiş ve hareketsizliğe mahkum edilmiştir. Bu hem her türlü dinin çeşit çeşit felsefeyle desteklediği bir varsayımdır (kadın toprakken erkek tohumdur) hem de günümüzde neoliberal muhafazakarlığın biyolojik metaforlara da başvurarak (yumurtanın hareketsizliği - spermin hareketliliği) sonsuz defa pekiştirdiği bir mahkumiyet söylemidir. Orta Çağ'dan Yakın Çağ'a kadar Çin'de zengin erkeğin en önemli ve en değeli aksesuarının, çocukluğunda ayakları güzel olsun diye sarılarak gelişimi engellenen ve dolayısıyla sakatlanmış bir kadın olması (buna 'lotus ayak' deniliyor) ve bu kadını her yere tahtırevanla taşıtabilmenin erkeğe sağladığı statüden de bahsetmek gerekir belki… Sonra yine Rönesans'tan I. Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde (acı ama gerçek, kadınlar insan olduklarını ancak erkekler savaşa gidince kanıtlayabilmiştir), Avrupa'da, ideal kadının hastalıklı ve kırılgan bünyeli olarak tanımlanması tesadüf müdür? Hareket edemeyen kadın hangi Freudyen fanteziye vurgu yapar? Gece yürümek kadının hakkı mıdır?
Düşünmenin hareketle bir ilişkisi olduğunu deneyimle sabittir. Dolayısıyla yürür-düşünür olmak da haktır.
Buradan gelelim bu seneye; Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde yüksek lisans yaparken meraktan kredisiz olarak Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden aldığım ve tam da flâneuselük üzerine olan dersin, deneyimlerimi algılayışımın üzerinde yaptığı değişikliğe... Türkçe çevirisi "Çeviri, Edebiyat ve Kentte Yürümek" olan dersin hocası Alev Ersan, toplumsal cinsiyetin, kentle kurulan ilişkileri nasıl değiştirdiğini ve farklılaştırdığını edebi flâneuse yazılar üzerinden geniş bir skalada tartıştırıyor ve öğrencilerine kenti çağrışımsal yollarla keşfetmenin yollarını öğretiyor (inanılmaz ama gerçek).
Yürümek, düşünmek ve hayal kurmak birbirine eklemlenirken, genç yaşta yorgun insanlar olarak biz, kendimizi anlatmanın kentsel, imgesel ve kimi zaman fazlaca çağrışımsal yollarını aradık bu dönem. Züppe ve deneysel olmaktan korkmadık. Dersin benim için en büyük faydası ise, anglofon dünyanın flâneuselük üzerine oluşturduğu külliyatı öğrenmiş olmamdır. Özünde kadın cinselliğini kontrol etmeyi amaçlayan, hareketsiz (sakat) kadını yücelten kültürel hegemonyayı yeniden düşünmek, aslında sıfırdan başlamaktır.
Ne yazık ki ‘alternatif' yayınlar yapan maskülen yayıncılık dünyamız kendini Beat Kuşağı, cyberpunk, pornografi, snuff, Bukowski ve Chuck Palaniuk'a vakfettiği için bu muhteşem külliyatın hiçbir parçası Türkçe'ye çevrilmiş değil. Dersin ilham verici yanları dışında en önemli katkısı, Renee Gladman, Etel Adnan, Rebecca Solnit, Kaia Sand ve Alice Notley (ki sonuncusu, ezelden beri erkeğin kahramanlığını anlatan epik şiir türünü kadın ana karakter ekseninde yeniden modern çağ içinden yorumlamıştır; bilindiği gibi epik erkek karakter hareket halindedir, hareketsiz olan coğrafyayı ve hareketsiz olan kadınları keşfeder – bkz. Odyseus) gibi muhteşem kadınları, onların edebiyatla, kentle ve flâneuselük deneyimiyle kurdukları ilişkileri keşfetmem oldu. Yani "geceler de sokaklar da benim" derken o kadar da yalnız değilmişim, değilmişiz.

 Deniz BAŞAR / 01 Eylül 2013 / mimarizm.com


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sarayın Bilim Kadını: Kurtubalı Lübna

Kadın Masonların Gizli Dünyası

Modern İslamcı Kadın Hareketleri ve Kubeysi Hanımlar